Svoboda | Graniru | BBC Russia | Golosameriki | Facebook
Skip to main content
Özkan  Agtaş
  • Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Cemal Gürsel Bulvarı 06590 Cebeci Ankara
  • +90 312 595 13 89

Özkan Agtaş

[Tanıtım Yazısı] Cezanın derhal adalet taleplerimize musallat olan mahrem bir bulaşıcılığı vardır. Ve bunun olağanlığı hakkında vaaz vermeye hazır güçlü bir mutabakat... Oysa, nasıl oluyor da ceza yoluyla adaletin yerine geldiğini... more
[Tanıtım Yazısı]

Cezanın derhal adalet taleplerimize musallat olan mahrem bir bulaşıcılığı vardır. Ve bunun olağanlığı hakkında vaaz vermeye hazır güçlü bir mutabakat... Oysa, nasıl oluyor da ceza yoluyla adaletin yerine geldiğini düşünebiliyoruz? Cezayı kendine has bir tahakküm tarzına dönüştüren ve siyasal formla ilişkili kılan şey nedir? Onu hukukun adaletine bağlayan köken hakkındaki suskunluk ahdi, yani cezaya dair bütün o geveze söylemler tarafından örtbas edilmek istenen şey.. Bu kitap, işte tam da bu suskunluk ahdine saldırıyor.

Özkan Agtaş, siyaset kuramı ve hukuk felsefesi başta olmak üzere ilgili diğer alanlarda serbestçe dolaşarak yürüttüğü teorik tartışmayı, Batının hukuksal-siyasal düzeninde vuku bulan dönüşümlerin içerisine yerleştiriyor. Günümüze dair çözümlemelerde, suç ile siyaset arasındaki eşiğin bulanıklaştığına işaret eden Agtaş, bunu "istisnayı kural haline getiren sürecin hedefindeki şeyin, yani siyasallaşma imkânlarını gasbetmenin ve siyasal alanı kapatmanın" yollarından biri olarak yorumluyor. Politika-sonrası çağın tazyiklerinden azade olmayan cezalandırıcı makinenin ise, adalet kavramına göndermede bulunma yükünden kurtulmuş salt bir tahakküm uygulamasına dönüşerek güçlendiğini söylüyor.

Kitabın, hukukun içerisine çekilmiş hayata dair de bir sözü var: "Jurisprudenz'de tanık olduğumuz insanlık halinden kurtulmamız gerekecektir, zira ondan türetilebilecek hakiki bir öznellik türü bulunmuyor. Kendine isnat edilen o ilksel suçluluk halinin karşısına, yeniye muktedir dehanın mevcudiyetini çıkarmak... Nihayetinde bu görev, her türlü ahlaki ve hukuki yargıdan önce gelen bir yaratıcı gücü ve yasal olmaktan çok siyasal adlara sahip olmayı gerektiren bir özneleşme ânını hayat bulmaya çağırmaktadır."
[Tanıtım Yazısı] Bu kitap, geçmişle hesaplaşma gündemimize dair kolektif bir değerlendirme çabasının sonuçlarını sergiliyor. Hakikat kavramı ve insan hakları teması etrafında düzenlenmiş sekiz seminer ve üç forumun yoğun tartışmalarını... more
[Tanıtım Yazısı]

Bu kitap, geçmişle hesaplaşma gündemimize dair kolektif bir değerlendirme çabasının sonuçlarını sergiliyor. Hakikat kavramı ve insan hakları teması etrafında düzenlenmiş sekiz seminer ve üç forumun yoğun tartışmalarını yansıtan bu çalışma, bizleri, hakikati beklemeye değil, onu savunmaya; geçmişle hesaplaşmanın yolları, yordamları, müşkülleri üzerine birlikte kafa yormaya; geçmişin sorgulanması işini, geleceğe dair ne yapmak istediğimiz sorusunun musallat olduğu bir 'şimdi'de yapmak zorunda olduğumuz gerçeğine hakkını vermeye; kent mekânlarını ve oralarda sürdürülen hayatları toplumsal hafızanın taşıyıcıları olarak okumaya; hakikati bilme hakkının olanaklılığı ve hukuk içerisindeki serüveni üzerine düşünmeye; geçmişle hesaplaşma bahsinde ceza yargılamasının sağladığı imkânları irdelemeye; toplumsal yas süreçlerinin anlamı üzerinde dikkatlice durmaya; egemen politik kültürümüze sirayet eden travmatik hafızanın haritasını çıkarmaya davet ediyor.
[Kant ve Fransız Devrimi] Kant’ın devrim ve direnme hakkına dair pek gizlemediği olumsuz görüşleriyle, ilerleyen yaşına rağmen 1789 Fransız Devrimi karşısında kapıldığı tavizsiz coşku arasındaki bariz açı, o günden beri takipçilerinin ve... more
[Kant ve Fransız Devrimi] Kant’ın devrim ve direnme hakkına dair pek gizlemediği olumsuz görüşleriyle, ilerleyen yaşına rağmen 1789 Fransız Devrimi karşısında kapıldığı tavizsiz coşku arasındaki bariz açı, o günden beri takipçilerinin ve yorumcularının zihnini kurcalamaya devam etmektedir. Üstelik 20. yüzyıldan günümüze çeşitli aralıklarla yeniden canlanan bu tartışmanın gerisindeki tarihsel-siyasal özgünlükler (totalitarizm gibi), verimli ama daha da çetrefil bir kavramsal zeminin doğmasına neden olmuştur. Fakat bu makalede hedeflenen şey, buradaki uzun tartışmanın tüm uğraklarını tek bir çalışmada tüketmek değil, Kant ile Fransız Devrimi arasındaki etkileşime odaklanmaktır. Yalnızca bu bile, Fransız Devrimi’nin sarsıcı olaylarına tanıklık eden Kant’ın devrimle nasıl hemhâl olduğunu ve daha önemlisi, Alman düşüncesinin hızla kutuplaşarak siyasallaştığı 1790’lı yıllar boyunca, kendisinin felsefede yaptığı şey ile devrimin siyasette yaptığı şey arasındaki atfın ne denli güçlendiğini gösterecektir. Felsefesinin bu siyasal doruğunda, maruz kaldığı çok yönlü tazyiklerin etkisi altında, komplike ve bazı açılardan da gerilimli bir devrim yorumu geliştirmiştir Kant. Genel bir kavram olarak devrime dair yorumlarını dışarıda bıraktığımız ve yalnızca Fransız Devrimi’ne doğrudan veya dolaylı atıfta bulunduğu metinlerine odaklandığımız bu makalede, söz konusu etkileşimin boyutlarını anlamaya çalışıyoruz.

[Kant and the French Revolution] The obvious contrast between his unfavourable remarks about the revolution and the right of resistance which he did not conceal and his uncompromising enthusiasm for the French Revolution despite his advancing age, has been occupied the minds of his followers and commentators since then. Furthermore, the historical- political peculiarities (such as totalitarianism) behind this debate, which has been revived at various intervals from the 20th century to the present, have led to the emergence of an abundant but more complex conceptual ground. But what is aimed in this article is to focus on the interaction between Kant and the French Revolution rather than to exhaust all the moments of the discussion here in a single study. This alone will show how Kant, who witnessed the shocking events of the French Revolution, became integrated with the revolution, and more importantly, how the attribution between what he did in philosophy and what the revolution did in politics was getting stronger throughout the 1790s, the time when German thought became rapidly polarized and politicized. At this political climax of his philosophy, and under the influence of multiple pressures he was exposed to, Kant developed a complicated and, in some ways, tense interpretation of revolution. In this article, where we leave out his remarks on the revolution as a general concept and only focus on his texts in which he refer to the French Revolution directly or indirectly, we try to understand the dimensions of the interaction aforementioned.
[Kant'ın Tıp Fakültesi Eleştirisi] Kant’ın Prusya üniversite sisteminde yönetimin amaçlarıyla uyumlu üst fakülteler (ilahiyat, hukuk ve tıp) ile yalnızca aklın yasalarına tabi olan alt fakülte (felsefe) arasın- daki çatışmaya dair... more
[Kant'ın Tıp Fakültesi Eleştirisi] Kant’ın Prusya üniversite sisteminde yönetimin amaçlarıyla uyumlu üst fakülteler (ilahiyat, hukuk ve tıp) ile yalnızca aklın yasalarına tabi olan alt fakülte (felsefe) arasın- daki çatışmaya dair yazdıkları, her zaman güçlü bir akademik ilginin konusu olmuştur. Fakat Kant’ın tıp fakültesi eleştirisinin diğerlerine kıyasla ihmal edilmiş olduğu da açıktır. Bu makalede, Kant’ın tıbba dair görüşleri ve tıp fakültesine yönelik eleştirisinin temel hatları Aydınlanmanın tıpla olan yakın ilgisi, Alman tıbbını kendi içerisinde bölen gerilimler, yönetimin kamu sağlığı politikaları ile tıp disiplini arasındaki ilişkilerin statüsü ve nihayet felsefe ile tıp arasındaki karmaşık ilişkiler üzerinden gösterilmeye çalışılacaktır.

[Kant’s Critique of the Faculty of Medicine] Kant’s writings on the conflict between the higher faculties (theology, law, and medicine) whose teachings are compatible with the goals of the government itself and the lower faculty (philosophy) which is subject only to laws given by reason in the Prussian university system have always attracted strong academic interest. However, it is also clear that Kant’s critique of the faculty of medicine has been neglected compared to ohers. In this article, the main contours of Kant’s views on medicine and his criticism of the faculty of medicine will be discussed with reference to the Enlightenment’s close involvement with medicine, the tensions that divide German medicine within itself, the status of the relations between the government’s public health policies and the medical discipline, and finally, the complex relations between philosophy and medicine.
[Judith Butler'ın Nefret Söylemi Eleştirisi: Egemenlik ve Hukukun Ötesinde Alternatif Bir Faillik] Judith Butler'ın queer ve feminist kurama yaptığı istisnai katkılardan biri de nefret söyleminin sahip olduğu güçlerin karşısına... more
[Judith Butler'ın Nefret Söylemi Eleştirisi: Egemenlik ve Hukukun Ötesinde Alternatif Bir Faillik] Judith Butler'ın queer ve feminist kurama yaptığı istisnai katkılardan biri de nefret söyleminin sahip olduğu güçlerin karşısına çıkabilecek, onun ataklarına meydan okuyabilecek alternatif bir dilsel ve siyasal failliğin imkanları üzerine çarpıcı bir düşünce geliştirmiş olmasıdır. Bu çerçevede Butler, nefret içeren söz ve ifadeler karşısında devleti ve hukuku göreve davet eden, dolayısıyla nefret söylemine karşı asıl failliği ister istemez devlete ve hukuka atfeden sansürcü politikaların kifayetsizliğine ve sakıncalarına işaret etmiştir. Bunun yerine Butler, yeni bir dilsel ve siyasal faillik önerisinde bulunmaktadır. Söz konusu iddiayı çeşitli boyutlarıyla sergilemeyi ve tartışmayı amaçlayan bu makalede sırasıyla Butler'ın nefret söylemine dönük hakim eleştirel yaklaşımlar karşısındaki mesafesine, nefret söylemine mutlak güçler atfetmenin ve böylelikle dilde egemeni geri çağırmanın anlamına dair söylediklerine, devlet ve hukuka söylemsel güçler atfetmenin sakıncaları hakkındaki uyarılarına ve nihayet alternatif bir dilsel ve siyasal faillik konusunda yaptığı vurgulara odaklanılmaktadır.

[Judith Butler's Critique of Hate Speech: An Alternative Agency Beyond Sovereignty and Law] One of Judith Butler's exceptional contributions to queer and feminist theories is her impressive line of thought on the possibilities of an alternative linguistic and political agency which could challenge the alleged powers and the attacks of hate speech. Within this framework she draws attention to the defects and dangers of politics of censorship which request the state and the law to act against hate speech and thus attribute agency mainly to the state and law. Instead of this Butler suggests a new linguistic and political agency. Our aim in this article is to explore and discuss her argument in its various aspects. Intially we look into her distance from the dominant approaches to hate speech. Later we examine her criticisim of ascribing absolute powers to hate speech and thus calling back the sovereign into the linguistic field and her warnings on the drawbacks of attributing discursive powers to the state. Finally her emphasis on the significance of an alternative linguistic and political agency will be discussed.
[Judith Butler'ın Nefret Söylemi Eleştirisi: Dildeki Performatif ve Yaralayıcı Dil] Nefret söylemi, hukuk ile siyaset arasındaki kesitte tekinsiz bir yer işgal etmeyi sürdürüyor. Öyle ki nefretin taarruzları karşısında hukuktan koruma... more
[Judith Butler'ın Nefret Söylemi Eleştirisi: Dildeki Performatif ve Yaralayıcı Dil] Nefret söylemi, hukuk ile siyaset arasındaki kesitte tekinsiz bir yer işgal etmeyi sürdürüyor. Öyle ki nefretin taarruzları karşısında hukuktan koruma talep etmenin aciliyeti, sansür ve cezalandırma talebiyle göreve çağrılan hukukun muhafazakar dairelerinde kaybolma endişesiyle aynı anda güçleniyor. Oysa tek başına buradaki açmaz ve muğlaklık bile, nefret ifadelerini, hızla içerisine sürüklendikleri hukuk çemberinin dışında yeniden düşünmeyi şart koşmaktadır. Nitekim bu makalede hedeflediğimiz şey de, nefret söylemine dair hakim yaklaşıma güçlü bir eleştiri getirmiş ve hukuku/devleti asıl fail yerine koyan politikaların sakıncalarına işaret etmiş olan Judith Butler'ın düşüncelerine atıfla söz konusu tartışmayı derinleştirmeye çalışmaktır. Burada Butler'ın argümanlarını özellikle dilin yaralayıcılığı, konuşmacıya atfedilen egemen rol ve performatif siyaset nosyonları üzerinden değerlendireceğiz. Butler'la birlikte biz de, dilsel yaralanmaya karşı koyan yaratıcı ve altüst edici bir performatif siyaset içerisinde üretilen failliğin önemini vurgulayacağız.

[Judith Butler's Critique of Hate Speech: Performative in Language and Injurious Language] Hate speech continues to occupy an uncanny space between politics and law. The urgency of the demand for protection from law against the attacks of hatred is getting more acute alongside the anxiety of getting lost in the conservative labyrinths of law. This dilemma and ambigiousness itself is enough to rethink the hate speech outside the domain of law into which it is rapidly dragged. In this article we aim to deepen this debate with reference to Judith Butler's thought that bring a strong criticism to the dominant approaches to hate speech and point to the disadvanteges of policies that position the state/law as the main agent. We will review Butler's arguments through the notions of linguistic vulnerability, the sovereign position attributed to the spaker and performative politics. Along with Butler we will emphasize the importance of agency that is produced within the creative and subversive performative politics that resist linguistic vulnerability.
[Guernica'nın İzinde: İnsan, Hayvan ve Şiddet] Pablo Picasso'nun 1937 tarihli meşhur tablosu Guernica, neredeyse Paris'te sergilendiği ilk andan itibaren sanat tarihinin en etkileyici savaş eleştirilerinden biri, hatta en önde geleni... more
[Guernica'nın İzinde: İnsan, Hayvan ve Şiddet] Pablo Picasso'nun 1937 tarihli meşhur tablosu Guernica, neredeyse Paris'te sergilendiği ilk andan itibaren sanat tarihinin en etkileyici savaş eleştirilerinden biri, hatta en önde geleni olarak nitelendirilmiştir: O adeta bir yirminci yüzyıl ikonudur; kimsenin ilgisiz kalamayacağı bir zulüm anını kayda geçiren savaş karşıtı bir anıt! Fakat Guernica'da tanık olduğumuz şey, yalnızca zulmün çarpıcı bir temsilinden mi ibarettir? Picasso'nun savaşa yönelik eleştirisinin mahiyeti, savaşın sebep olduğu ıstırap ve yıkımın korkunçluğunu göstermekle mi sınırlıdır? Üzerinden atlanmaması gereken bir başka soru ise şu olmalıdır: Picasso'nun savaş eleştirisi, nihayetinde bir tür pasifizme cevaz veren muğlak bir şiddet eleştirisi midir? Yoksa şiddetle aslında pek de bir derdi olmadığını gayet iyi bildiğimiz Picasso, savaşa has şiddetin karşısına, hiçbir şekilde araçsallaştırılamaz ve temellük edilemez bir başka şiddeti mi çıkarmak istemektedir? Ve eğer öyleyse, bunu neden insan ile hayvan (lakin insanın dışındaki değil, içindeki öteki olarak hayvan) arasındaki gerilimin, yani insanı tam da kendi içerisinden yaran ve kateden bu kadim kurucu gerilimin ortasına yerleştirmek istemiş olabilir? Guernica hakkında genellikle yapılan şeyden uzaklaşıldığında, yani ikonografik çözümleme usulü ikincilleştirildiğinde görülecektir ki, insan tinselliğinin zulmün baskısı altında trajik bir şekilde yitirilişini gösteren bu sahnede, tablonun bütün gerilimi, insani bir jest ile hayvani bir jest arasındaki yarıkta birikmektedir. Tablo hakkında sahip olunan hakim kanaatin aksine, bu çalışmanın iddiası şudur ki, Guernica’da esas olan şey, zulmün tasviri değildir: Gerçekte Picasso, uygarlığın kendi üzerine dönmüş zulmünden (yani savaştan) duyduğu tiksintiyi, bu zulmün sebep olduğu insanlık halinden çıkışsızlıkla müphem bir temas içerisinde resmetmiştir. Bir çıkış yoktur, üstelik buradaki zulümden türetilebilecek ne bir mağduriyet ethosu, ne vicdan muhasebesine yönelten ilksel bir suçluluk, ne de bir kurban veya feda kültürü söz konusudur. Çıkış yoktur, çünkü tinin alçalışıyla birlikte ortaya çıkan şey, aynı tinselliğin kendi mutlak ötekisi olarak kurup dışladığı hayvandan başkası değildir. Tam da bu yüzden, Guernica'yı seyreden bizlerin dikkati, zulmün müstehcen görselliği tarafından kapılmışken, tabloda gerçekten zulüm görenlerin meyli, dehşetin dışında/kıyısında duran bir başka figüre yönelmiştir: Boğa. Zira boğa, yalnızca savaşa son verecek olan şiddetin sahibi değildir, aynı zamanda bildiğimiz insanlığın sonundan ve bildiğimiz tinselliğin kaybından sonra, insanı ve hayvanı yeniden düşünmeye davet eden şeydir. Nitekim bu çalışma da, Guernica'nın işaretlerini takip ederek, insan, hayvan ve şiddet arasındaki ilişkinin izini sürmeye çalışmaktadır.

[On the Trail of Guernica: Man, Animal and Violence] Guernica, the famous work of Pablo Picasso, has been considered to be one of the most influential anti-war pictures of all time since its first public display in 1937 at the World Fair in Paris. In fact, it is almost an icon of the 20th century, an anti-war memorial showing a moment of cruelty which no one could disregard. However, is it merely a striking representation of a cruelty that we witness in Guernica? Is the goal of Picasso's criticism against war restricted to demonstrating the dreadfulness of destruction and misery caused by war? Another necessary question to be posed is this: Is Picasso's criticism of war a vague critique of violence leading to a sort of pacifism? However, we do know that Picasso does not so much care about violence or critique of violence specifically. So, does he wish to present another kind of violence that cannot be instrumentalised or appropriated, against the violence peculiar to war? lf that is the case, then why does he want to position it in the middle of a tension between man and animal (not an animal outside of man but internal to it) - that is an archaic constitutive tension that divides man inside and traverses him? Actually, the common interpretation of Guernica is based on an iconographic analysis. However, when we take a different stance and make this iconographic analysis a secondary concern, it will be possible to have a different interpretation. The main tension of the picture is positioned in the chasm between a human gesture and an animal gesture, as the picture depicts a tragic loss of human spirituality as a result of cruelty. In contrast to the dominant surmise about the picture, this study aims to claim this: what is at stake in this picture is not merely the depiction of cruelty. In fact, the picture depicts Picasso's disgust of cruelty in a vague touch with an exitless state of human being caused by this cruelty. There is no escape. Moreover, there is no ethos based on victimisation, no primary guilt leading to a twinge of conscience, no culture of sacrifice derived from this cruelty. No escape, because the outcome of the degraded spirituality is nothing other than an animal which is excluded as an absolute other by the same spirituality. Consequently, when we look at the Guernica, our attention is captured by the obscene visuality of cruelty. However, the ones who are subjected to real cruelty in the picture are inclined to see another figure positioned outside/beside the dismay: a bull. This bull is not merely a thing that ends the war but it is also something that invites us to think about man and animal again, after the end of the humanity that we are familiar with and a spirituality that we know. Indeed, this study will follow the cues of Guernica to trace the relation between man, animal and violence.
[Hakiki Cinsiyet, Yasanın Boyunduruğu ve Siyasi Öznellik] Cinsel davranışları boyunduruk altına sokmak, yasanın belki de en eski takıntılarından biridir. Fakat yüzyıllar boyunca yasanın hedeflediği şey, hakiki bir cinsiyet talebinde... more
[Hakiki Cinsiyet, Yasanın Boyunduruğu ve Siyasi Öznellik] Cinsel davranışları boyunduruk altına sokmak, yasanın belki de en eski takıntılarından biridir. Fakat yüzyıllar boyunca yasanın hedeflediği şey, hakiki bir cinsiyet talebinde bulunmak değil, belirli cinsel davranışları, evlilik ilişkilerini merkeze alarak yasaklamaktı. (Eş)cinselliği, bir hakikat ve bir müdahale alanı olarak inşa eden şey, yasadan çok norm olmuştur: Yasanın cezalandırdığı şey belirli bir cinsel ilişki türüydü, oysa normun patolojik ilân ettiği şey bir tür olarak eşcinselliktir. Nitekim buna koşut olarak yasa ya norma eklemlenmiş ya da giderek geri çekilmiştir. Şimdi yasa bir başka şekilde yeniden gündemimizde, ancak bu defa karşımıza almak için değil: Artık yasa, nefret söylemi ve nefret suçları karşısında göreve çağırdığımız şeydir. Bu makale, eşcinselliğin yasayla, suçla ve cezayla ilişkilenme tarzlarındaki dönüşümlere odaklanarak, hem yasanın yerini doğru tespit etmeye, hem de yasanın siyasal özneleşme bakımından doğurduğu handikapları sorgulamaya çalışmaktadır.

[A True Sex, Yoke of the Law and Political Subjectivity] To subjugate sexual practices is probably one of the oldest obsessions of the law. Nevertheless, the purpose of the law was for centuries not to demand a true sex, but to ban some sexual behaviours on the basis of matrimonial relations. Rather than the law, it has been the norm that constructs (homo)sexuality as a space of truth and intervention: The thing punished by the law was only a particular type of sexual relations. However, the thing called pathological by the norm is now homosexuality as a species. Hence, in parallel with this, either the law has been articulated to the norm, or it has gradually stepped back. Now, the law is once again on our agenda, but this time not to resist it: Now the law is the one that we call against hate speech and hate crimes. This article, by focusing on the transformation of the relation between crime, punishment and homosexuality, tries to determine the place of the law correctly on the one hand, and to question the handicap of the law in terms of political subjectivity on the other hand.
[Ceza Yasasının Gölgesinde Siyaset] Ceza yasası ve onun etrafında örülen bütün bir cezalandırıcı tertibat belki de hiç olmadığı kadar siyaset üzerinde tayin edici bir etkiye kavuşmuş görünüyor. Üstelik bu durum yalnızca yerel ve... more
[Ceza Yasasının Gölgesinde Siyaset] Ceza yasası ve onun etrafında örülen bütün bir cezalandırıcı tertibat belki de hiç olmadığı kadar siyaset üzerinde tayin edici bir etkiye kavuşmuş görünüyor. Üstelik bu durum yalnızca yerel ve konjonktürel kimi etkilerle açıklanamaz. Bunlara dünya ölçeğinde genelleşmiş ve istikrar kazanmış kimi güçlü eğilimleri de eklemek gerekecektir. Fakat nihayetinde açık olan şey şudur ki, siyaset, hemen her yerde cezai terimlerin ve usullerin baskısı altına girmiş bulunuyor: Artık suç ile siyaseti, cezai kavramlar ile siyasi kavramları, kriminal şiddet ile siyasal şiddeti birbirinden ayıran eşik her zaman olduğundan çok daha belirsiz ve müphem. Tam da buradan hareketle bu makale, bir yandan suç ile siyaset arasındaki ilişkinin özellikle 1970'lerden itibaren genel olarak değişen niteliğini soruşturmayı deniyor, diğer yandan ise Türkiye'de siyasetin kriminalleştirilmesine cevaz veren kimi yasal düzenlemelere odaklanıyor.

[Politics under the Shadow of the Criminal Code] It seems that the criminal code and the whole punitive disposition builded around it attain a decisive effect on politics today, maybe more than ever before. Moreover, this situation can not be explained only by some local and conjunctural effects. Some generalized and stabilized world-wide tendencies should be added to them also. After all, it is obvious that the politics is under the pressure of criminal terms and procedures almost everywhere: Now, the threshold between crime and politics, between criminal concepts and political concepts, between criminal violence and political violence is getting more unclear and ambiguous than ever before. Starting from this point of view, this article tries to inquire the changing characteristics of the relation between crime and politics since 1970's on the one hand, and on the other hand it focuses on some legal arrangements that allow the criminalization of politics in Turkey.
Research Interests:
[Tanıtım Yazısı] Betül Yarar'ın derlediği bu eser, toplumsal cinsiyet ve şiddet arasındaki ilişkileri, kuramsal ve olgusal olarak irdelemektedir. Kitapta şiddetin öznellik ve iktidarla ilişkisi; cinsiyetli iktidarın uygulanması veya... more
[Tanıtım Yazısı]

Betül Yarar'ın derlediği bu eser, toplumsal cinsiyet ve şiddet arasındaki ilişkileri, kuramsal ve olgusal olarak irdelemektedir. Kitapta şiddetin öznellik ve iktidarla ilişkisi; cinsiyetli iktidarın uygulanması veya iktidarın-öznellliğin cinsiyetlenmesi açısından şiddetin önemi; toplumsal cinsiyet rejiminin ve cinsiyet-cinsel kimliklerin kuruluşu açısından şiddetin yeri; şiddetin tarihsel-toplumsal olarak değişen biçimi; eril iktidar ilişkilerinin baskı, zor ve şiddetle farklı eklemlenme biçimleri gibi sorunsallar izleğinde, şiddetin değişen cinsiyetli yüzleri ele alınmıştır.

Toplumsal cinsiyetli şiddetin "kadına yönelik şiddet" olarak ifade edilen biçimi dışındaki hallerine dikkat çekmek isteyen ve cinsiyet ile şiddet arasındaki ilişkinin (örneğin erkeklik, eşcinselliğin politik ve hukuki karşılığı, militarizm, psikanalitik açıdan şiddet, ekonomik şiddet gibi) farklı yönlerini tartışmaya açan eser, esasen dolaylı da olsa hala siyasi bir görünmezlik taşıyan "kadına yönelik şiddet" olgusunun diğer şiddet biçimleriyle ilişkisiz olmadığını ve bu ilişkinin pekiştirici bir etkiye sahip olabileceğini de ima etmektedir. Bu açıdan eserin "kadına yönelik şiddet" sorununu yadsımadığı, aksine bu soruna odaklanan feminist literatür ve kuramı derinleştirme arayışında olduğu belirtilmelidir. Bu amaçla zımnen de olsa Türkiye’de egemen radikal feminist bakış açısını yeniden düşünmek ve yenilemek fikrini okuyucuya sunmaktadır.

Şiddetin Cinsiyetli Yüzleri, cinsiyet ile şiddet arasında varsayılandan çok daha karmaşık bir ilişki olduğu görüşünü tartışmaya sunarken, bu yönde atılmış ilk adımlardan biri olarak, bu aşamada sadece söz konusu alanda yer alan dağınık ve farklı bakış açılarını bir ölçüde bir araya getirmeyi hedeflemektedir. Bu çalışma, kuramsal açıdan daha tutarlı bir çerçeve içinde yazılmış eleştirel tartışmaların derinleşmesine doğrudan katkı sunacak yeni çalışmalara bir başlangıç olma niteliğindedir.
[Tanıtım Yazısı] Yurttaşlığı Yeniden Düşünmek: Sosyolojik, Hukuki ve Siyasal Tartışmalar adlı bu kitap, iki yıl önce "Küreselleşme, Yeni Eşitsizlikler ve Yurttaşlık" adlı uluslararası bir sempozyumdan sonra süregiden tartışmaların yeni... more
[Tanıtım Yazısı]

Yurttaşlığı Yeniden Düşünmek: Sosyolojik, Hukuki ve Siyasal Tartışmalar adlı bu kitap, iki yıl önce "Küreselleşme, Yeni Eşitsizlikler ve Yurttaşlık" adlı uluslararası bir sempozyumdan sonra süregiden tartışmaların yeni boyutlarıyla ele alınması sonucunda oluştu. Derleme yayına hazırlanırken, Türkiye'de inişli-çıkışlı bir seyir izleyen demokratikleşme süreci, küreselleşme ile birlikte yeni biçimler almaya başlayan yurttaş-devlet ilişkilerinin yarattığı yeni yurttaşlık tanımları ve bunların üstüne bina edilen hukuki, sosyolojik ve siyasal yapılanmalar dikkate alındı.

Marmara Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Ayşe Durakbaşa, Yrd. Doç. Dr. N. Aslı Şirin Öner ve Dr. Funda Karapehlivan Şenel'in derledikleri bu çalışma "Eskiden Yeniye Yurttaşlık: Kuramsal Yaklaşımlar", "Avrupa’da Yurttaşlık ve Kimlik", "Yurttaşlık ve Toplumsal Cinsiyet" ve "Türkiye’de Yurttaşlık Tartışmaları" başlıklı dört kısımdan oluşmaktadır. Birinci kısımda küreselleşmeyle birlikte farklılaşan yurttaşlık tartışmalarına ilişkin yazılar yeralmakta, temel bir soru olan "Kimin haklara hakkı var?" sorusuna cevap aranıp, haklar sosyolojisinin yeni alanları ele alınmakta; İkinci ve Üçüncü kısımlarda yeralan yazılarda, yurttaşlık kavramının içerdiği "eşitlik" idealinin kültürel, etnik, dinsel ve toplumsal cinsiyet farkları kullanılarak, neo-liberal siyasetlerle nasıl aşındırıldığı irdelenmekte, son kısımda ise Türkiye'de ulus-devletin inşası sürecinde oluşan yurttaşlık rejiminin içerdiği eşitsizliklerin yarattığı sorunlar incelenmektedir.

Kitabın derleyenler ve yazarlar, üstüne basarak vurguladıkları "yurttaşlık" kavramını, "vatandaşlık"la ilgili değişik biçimleri de içeren daha da geniş kapsamlı bir kavram olarak kullanmakta, katılımcı bir demokraside "demokratik yurttaşlık" idealinin gerçekleşmesi için verilecek mücadelenin esas olduğunu savunmaktadır.
[Tanıtım Yazısı] Her şehirde varlar: Kenarda yaşayanlar... Türlü türlü: Kenara itilenler var, mecburiyetten kenara çekilenler var, bile isteye kenara kayanlar var. Kenarın Kitabı, şehirlerin kentsel sahnesinin kenarlarına bakıyor.... more
[Tanıtım Yazısı]

Her şehirde varlar: Kenarda yaşayanlar... Türlü türlü: Kenara itilenler var, mecburiyetten kenara çekilenler var, bile isteye kenara kayanlar var.

Kenarın Kitabı, şehirlerin kentsel sahnesinin kenarlarına bakıyor. Kentsel dönüşümün gözden ıraklaştırılan sahne arkalarına bakıyor. Seyyar satıcılar... Kenar mahallelerin ve "Allah'ın unuttuğu yerlere" kurulan TOKİ konutlarının kadınları... Çinçin gibi namlı mahallelerin suçlulukla damgalanmış çocukları... "Markalaşma" peşindeki kentsel turizmin "ayak altından çekilsin" istedikleri... Ankara'nın yok edilmiş, unutulmuş Ermenilerinin kenarda kalan izleri... Dış mahallelerin de dışındaki çöplükler, molozluklar... ve "kenar mahalle ekolojileri"...

Eda Acara, Özkan Agtaş, Elif Ekin Akşit-Vural, Eylem Ümit Atılgan, Funda Şenol Cantek, Kübra Ceviz, Sermin Çakmak, Rafael Demirci, Ayhan Geçgin, Tahire Erman, Alev Özkazanç, Jean-François Perouse, Timur Özkan, Engin Sarı, Çağla Ünlütürk Ulutaş’ın katkılarıyla.
[Tanıtım Yazısı] Alev Özkazanç bu çalışmasında, "Siyaset Sosyolojisi Yazıları: Yeni Sağ ve Sonrası" adlı ilk kitabındaki ana temayı izlemeye devam ediyor. Bir önceki kitap, 1980'lerden itibaren küresel ölçekte yeni sağın izlediği seyri... more
[Tanıtım Yazısı]

Alev Özkazanç bu çalışmasında, "Siyaset Sosyolojisi Yazıları: Yeni Sağ ve Sonrası" adlı ilk kitabındaki ana temayı izlemeye devam ediyor. Bir önceki kitap, 1980'lerden itibaren küresel ölçekte yeni sağın izlediği seyri inceliyor, öte yandan yeni sağ ve neo-liberalizmin toplum üzerinde süregelen etkilerini çözümlemeye çalışıyordu. Yeni sağ ile sonrası arasındaki sürekliliklere dikkat çeken kitap, özellikle Türkiye'nin 1980 sonrası geçirdiği yapısal dönüşümün yanı sıra, yeni sol, radikal sağ popülizm, suç ve cezalandırma, toplumsal dışlanma ve madun siyaseti gibi farklı konularda neo-liberal dönüşümlerin izini sürüyordu. Elinizdeki bu kitap da neo-liberalizmin farklı alanlardaki tezahürlerini ele alıyor. Yazar, özellikle suç ve cezalandırma alanındaki görüşlerini geliştirmenin yanı sıra, vatandaşlık tartışması, eğitim ve çokkültürcülük gibi konularda da neo-liberal dönüşümlerin etkilerini tartışıyor. Neo-liberal tezahürleri hem kuramsal dü-zeyde hem Türkiye üzerinden araştıran bu kitabın günümüz siyasetindeki büyük dönüşümü merak eden herkes ve özellikle siyaset bilimi öğrencileri için faydalı bir kaynak olacağını düşünüyoruz.
[Tanıtım Yazısı] Modern Türkiye'de Siyasî Düşünce, Cumhuriyet Türkiyesi'ndeki belli başlı düşünce akımlarının, siyasal açılımları ve etkilerini esas alarak, analitik bir değerlendirmesini hedefliyor. Her cildin bağımsız bir kitap kimliği... more
[Tanıtım Yazısı]

Modern Türkiye'de Siyasî Düşünce, Cumhuriyet Türkiyesi'ndeki belli başlı düşünce akımlarının, siyasal açılımları ve etkilerini esas alarak, analitik bir değerlendirmesini hedefliyor. Her cildin bağımsız bir kitap kimliği de taşıdığı bu dokuz ciltlik edisyonda, düşünsel yönelimler, tartışmalar/polemikler, ideolojik söylemler, üzerinde odaklaşılan izlekler, ayrıca bunların düşünsel esin kaynakları, dönemler ve akımlar boyunca etkisini hissettiren güçlü zihniyet kalıpları mercek altına alınıyor. Ayrıca politik düşünceye etkisi olan kurumlar, dergiler, düşünce insanlarının portreleri çıkartılıyor. Bazı konular/sorunlar ise, farklı akımlar bağlamında ele alınarak, değişik vecheleriyle inceleniyor. Ana akımlar, döneme damgasını vurmuş ideolojiler yanında, "marjinal" sayılan arayışları, savruluşları da göz ardı etmeden...

Türkiye'de sol düşüncenin de kökleri, siyasal muhalefet akımlarının ana damarı olan Genç Osmanlılar - Jön Türkler - İttihat ve Terakki çizgisine dayanır. Ancak Türkiye'de etkili olmuş diğer siyasal düşünce akımları ile karşılaştırıldığında, uluslararası - evrensel düşünce kaynaklarıyla ilişkisi en yoğun olanı, soldur. Modern Türkiye'de Siyasî Düşünce dizisinin Sol cildinde, sol düşüncenin Osmanlı-Türkiye tarihi içindeki serüveni, sol/sosyalist düşüncenin uluslararası gündemleri ve tartışmalarıyla ilişkisi ihmal edilmeden ele alınıyor. Sol düşüncenin diğer siyasal düşünce akımları ile alışverişi, onlardan etkilenmesinin, onları etkilemesinin sınırları inceleniyor. Sosyal demokrasiden komünizme uzanan yelpazede, sol ideolojinin Türkiye'deki patikaları, eylemlilikleriyle etkileşimi içinde takip ediliyor. Bu geniş yelpaze içinde, sol ideolojinin biçimlenmesine katkıda bulunan hareketlerin, dergilerin, kişilerin eleştirel portreleri çiziliyor.
Saf idare gücünün dolaysız imalarından biri ve kuşkusuz en önemlisi, onun gerek kendi nesnesine ulaşma kipi gerekse de kendi işleyişine yön veren kuralları bakımından, yasaya herhangi bir asli bağımlılığının bulunmamasıdır; yasa... more
Saf idare gücünün dolaysız imalarından biri ve kuşkusuz en önemlisi, onun gerek kendi nesnesine ulaşma kipi gerekse de kendi işleyişine yön veren kuralları bakımından, yasaya herhangi bir asli bağımlılığının bulunmamasıdır; yasa nihayetinde hükümet gücüne dışsal kalmaktan kurtulamaz ve hükümet gücü yasa karşısında giderilemez bir aşırılığa haizdir. Michel Foucault, bu mevzu hakkında yürüttüğü bir dizi soruşturmada, söz konusu aşırılığın temelini, hükümet gücünün icra ettiği türden pratikte buluyordu. Aslında, yönetimin yetki gaspları ve suistimalleri konusundaki hassaslığıyla övünen liberalizmin önemli metinlerinden birinde, John Locke'un yürütme iktidarına bahşettiği o beklenmedik imtiyazın da anlamı budur: Yasanın buyruğu olmaksızın ve bazen de yasaya aykırı biçimde, kendi takdir yetkisine göre hareket etme iktidarı, sadece hükümet gücüne tahsis edilmiş bir ayrıcalıktır! Günümüz toplumlarında bu imtiyaz, yalnızca kendi ifadesini en güçlü şekillerde bulmakla kalmıyor, aynı zamanda genelleşmiş bir hal de kazanıyor. Bu tebliğde amaçlanan da hükümet etmenin sıra dışı gücünü, içkin aşırılığını ve halihazırdaki durumunu, yasa ve düzen nosyonları çerçevesinde tartışmaya açmaktır.
Research Interests:
Research Interests:
Research Interests:
Research Interests:
Research Interests:
Bu makale ilk olarak şurada yayınlanmıştır: fe dergi: feminist eleştiri, cilt. 10, s.1, 2018. Dergiye online olarak şuradan ulaşınız: cins.ankara.edu.tr Judith Butler'ın Nefret Söylemi Eleştirisi: Dildeki Performatif ve Yaralayıcı Dil... more
Bu makale ilk olarak şurada yayınlanmıştır: fe dergi: feminist eleştiri, cilt. 10, s.1, 2018. Dergiye online olarak şuradan ulaşınız: cins.ankara.edu.tr Judith Butler'ın Nefret Söylemi Eleştirisi: Dildeki Performatif ve Yaralayıcı Dil Alev Özkazanç1 ve Özkan Agtaş2

Nefret söylemi, hukuk ile siyaset arasındaki kesitte tekinsiz bir yer işgal etmeyi sürdürüyor. Öyle ki nefretin taarruzları karşısında hukuktan koruma talep etmenin aciliyeti, sansür ve cezalandırma talebiyle göreve çağrılan hukukun muhafazakar dairelerinde kaybolma endişesiyle aynı anda güçleniyor. Oysa tek başına buradaki açmaz ve muğlaklık bile, nefret ifadelerini, hızla içerisine sürüklendikleri hukuk çemberinin dışında yeniden düşünmeyi şart koşmaktadır. Nitekim bu makalede hedeflediğimiz şey de, nefret söylemine dair hakim yaklaşıma güçlü bir eleştiri getirmiş ve hukuku/devleti asıl fail yerine koyan politikaların sakıncalarına işaret etmiş olan Judith Butler'ın düşüncelerine atıfla söz konusu tartışmayı derinleştirmeye çalışmaktır. Burada Butler'ın argümanlarını özellikle dilin yaralayıcılığı, konuşmacıya atfedilen egemen rol ve performatif siyaset nosyonları üzerinden değerlendireceğiz. Butler'la birlikte biz de, dilsel yaralanmaya karşı koyan yaratıcı ve altüst edici bir performatif siyaset içerisinde üretilen failliğin önemini vurgulayacağız. Anahtar Kelimeler: Judith Butler, Nefret Söylemi, Dilsel Yaralanma, Egemenlik Eleştirisi, Performatif Siyaset Judith Butler's Critique of Hate Speech: Performative in Language and Injurious Language, Hate speech continues to occupy an uncanny space between politics and law. The urgency of the demand for protection from law against the attacks of hatred is getting more acute alongside the anxiety of getting lost in the conservative labyrinths of law. This dilemma and ambigiousness itself is enough to rethink the hate speech outside the domain of law into which it is rapidly dragged. In this article we aim to deepen this debate with reference to Judith Butler's thought that bring a strong criticism to the dominant approaches to hate speech and point to the disadvanteges of policies that position the state/law as the main agent. We will review Butler's arguments through the notions of linguistic vulnerability, the sovereign position attributed to the spaker and performative politics. Along with Butler we will emphasize the importance of agency that is produced within the creative and subversive performative politics that resist linguistic vulnerability.