Giotto di Bondone (1267- 1337), Giorgio de Chirico (1888-1978), Alberto Giacometti (1901- 1966)’n... more Giotto di Bondone (1267- 1337), Giorgio de Chirico (1888-1978), Alberto Giacometti (1901- 1966)’nin eserleri bakış açısı ve perspektifin sanatta anlamın inşası ve simgesel değeri açısından analiz edilmiştir. Erken Rönesans ve modern dönemde özne ve nesne arasında kurulan ontolojik ilişkide, perspektifin kavramsal bir soyutlama aracı olarak kullanımı ve metafizik ifade açısından kurucu etkisi bu makalenin ana sorunsalıdır. Perspektif sadece uzam etkisinin yaratılması ve nesnelerin mekân düzleminde belirli fiziksel, retinal oranlarla yerleştirilmesinden ziyade, bunların dönemlerin düşünsel, dini, felsefi dinamikleri paralelinde anlamın ve etkinin kurulmasına hizmet eden dilselliği ile ele alınmıştır. Perspektif, bu bağlamda dönemlerin ve sanatçıların duyular dünyasına yönelik yaklaşımlarının izlenebildiği, eserin anlam omurgasını oluşturan bir öneme sahiptir. Bu nedenle dilsel bir temel oluşturmasıyla, perspektif hermenötik yapısı üzerinden düşünülmüştür. Ele alınan sanatçılara, eserlerindeki perspektif ifadeler, metafizik değerleri açısından ve gerçekliği duyusal nesneden ziyade kavramsal bir mesele yapmaları açısından ortak noktaları üzerinden yaklaşılmıştır. Bu doğrultuda perspektif kurgu, sanat tarihindeki formalist eğilimler doğrultusunda değil, dönemin toplumsal, düşünsel yapısı da göz önünde bulundurularak, semiyolojik bir yaklaşımla analiz edilmiştir.
Modern sanatın nihai yönelimi olan non-figüratif ifadenin ve sanatta duyusal ilgilerden arındır... more Modern sanatın nihai yönelimi olan non-figüratif ifadenin ve sanatta duyusal ilgilerden arındırılan geometrik soyutlamanın son noktası olarak soyut sanat, nesnel dünyanın temsilinden uzaklaşarak temellerini duygu ya da his’e dayandırır. Bu açıdan bakıldığında, Rus Avangartlarından Malevich’in Siyah Kare’si de soyutlamanın soyuta yöneldiği noktada ikonoklast bir tavır sergilemektedir. Peşi sıra gelişen geometrik soyutlamacı hareketler, bir taraftan metafizik bir hakikat düzleminde, diğer taraftan da sanatın hayattan ayrıldığı bir noktada yer alırlar. Malevich’in his’se dayalı bu tavrı, Rothko ve Newman ile sanatın hayata yabancılaşması açısından ve teolojik bir mistisizme sahip olmaları açısından bir kesişme söz konusudur. Bu bağlamda, Geometrik Soyutlama ve Alan Resmi aşkın bir anlatımın aracı olmalarıyla benzerlik gösterirler ve toplumsal olana yabancılaşan tavırlarıyla ideolojiden ve her türlü toplumsal temsilden uzaklaşan, hissi bir yaklaşıma sahiptirler.
Temsil, antik dönemden itibaren evren algısını yöneten, olgular dünyasını tanımlayan ve gerçeklik... more Temsil, antik dönemden itibaren evren algısını yöneten, olgular dünyasını tanımlayan ve gerçeklik hakkındaki kavrayışları ileten ve temsil eden bir araç olarak rasyonel ilkelerle yakından bağlantılı olmuştur. Bu ilişki dünya algımızı şekillendirmede dilin ve dilsel formların olduğu kadar imgelerin de belirleyici olduğunu gösterir. Antik düşüncenin klasik dönemdeki uygulama alanında dünyaya yöneltilen bakışın ölçülebilir olduğu ve bu ölçünün tek bir merkeze göre tanımlanıp sınırlandığı mutlak gerçeklik ve temsil algısı 17. yüzyıl modern felsefenin kuruluşuna paralel olarak yerini “görünüş”e ve görünenin değişkenliğine bırakmıştır. Modern sanatın özneyi merkeze alan tavrıyla gerçeklik ve öznel temsiller çokluğu söz konusu olmuştur. Dünya resimleri merkezi tanımların ve merkezi dünya temsilinin ötesinde, başka temsilleri görünür kılmıştır. Böylelikle gündelik yaşam farklı perspektiflerden görünüşlerle karşılanmıştır.
Modern dönemde özne kavrayışı açısından ise Foucault'nun temsil ve benlik hakkındaki fikirleri, antik logos kavramı ve onun temsille ilişkisi ile de ilgilidir. Foucault, benlik duygumuzun yalnızca dil ve söylem yoluyla değil, aynı zamanda toplum
içinde işleyen çeşitli temsil sistemleri aracılığıyla da inşa edildiğini öne sürer. Benliği sabit ve istikrarlı bir varlık olarak görmek yerine, benlik duygumuzun başkalarıyla olan etkileşimlerimiz ve toplum içinde işleyen çeşitli temsil sistemleri aracılığıyla sürekli olarak inşa edildiğini ve yeniden yapılandırıldığını öne sürer. Benliğin bu inşası, basitçe pasif bir yansıtma veya taklit meselesi değildir, aynı zamanda aktif direnişi ve baskın temsillerin ve güç ilişkilerinin yıkılmasını içerir. Temsil sistemleri yalnızca dili değil, aynı zamanda görüntüleri, medyayı ve diğer kültürel ifade biçimlerini de kapsar. Foucault'nun temsil kavramı, güç ilişkilerinin dünyayı ve kendilik algımızı şekillendirmedeki rolünü de vurgular. Etik açıdan ele aldığı kendilik kavramı, öznenin bu verili olan kimliğin dışına çıkabilmesini ve böylelikle kişinin kendisini değiştirebilmesini, dönüştürebilmesini sağlayan pratiklerdir. Öznenin kendi yaşamında yaptığı bu norm dışı hareket, çizgisel olan tarihin akışında değişim yaratarak içinde yaşamış olduğu topluluğu değiştirmeye, dönüştürmeye başlar. Kendilik pratikleri aracılığıyla özne iktidar temsillerince tespit edilen sınırlarını fark eder ve kendine doğru sınırsızlaştırarak harekete geçer. Bu eylem alanı genişleyerek ve toplumsal kapsayıcılığıyla sınırsız bir potansiyeli de açığa çıkarmaktadır. Gösteriye dönüşen toplumsal düzeni sorgulayan ve toplumsal değişimi amaçlayan Sitüasyonist Hareket ve tanımların ötesinde eylemi, akışı önceleyen Fluksus Hareketi, kendilik pratikleri açısından bireyin kolektife etkisi, toplumsal ve siyasal sınırların ötesinde “mümkün alternatiflerin” karşılığı olarak ele alınır. Bu hareketler Foucault’nun da bahsettiği yaşam sanatını görünür kılmaktadır. Foucault kendilik pratikleri ile her bireyin kendi yaşamına şekil verebileceğinden, Fluksus Hareketi içinde yer alan Beuys’un da vurguladığı
şekilde, yaşamlarını birer sanat eserine dönüştürebileceğinden bahseder. Sanat alanında yapılan performanslar dışında, sanat mecrasına dönüşen gündelik hayatın içinde var olabilen bu eylemler ise James Scott’ın Tahakküm ve Direniş Sanatlarında işaret ettiği örneklerle birlikte ele alınır. Kişinin toplumsal ve siyasal olarak verili olan normların hem dışında hem içinde hareket ederek gerçekleştirdiği yaratıcı alternatif durumlar, anlar, alanlar günümüz sanatında ve gündelik hayatta dönüştürücü güce sahiptir.
Giotto di Bondone (1267- 1337), Giorgio de Chirico (1888-1978), Alberto Giacometti (1901- 1966)’n... more Giotto di Bondone (1267- 1337), Giorgio de Chirico (1888-1978), Alberto Giacometti (1901- 1966)’nin eserleri bakış açısı ve perspektifin sanatta anlamın inşası ve simgesel değeri açısından analiz edilmiştir. Erken Rönesans ve modern dönemde özne ve nesne arasında kurulan ontolojik ilişkide, perspektifin kavramsal bir soyutlama aracı olarak kullanımı ve metafizik ifade açısından kurucu etkisi bu makalenin ana sorunsalıdır. Perspektif sadece uzam etkisinin yaratılması ve nesnelerin mekân düzleminde belirli fiziksel, retinal oranlarla yerleştirilmesinden ziyade, bunların dönemlerin düşünsel, dini, felsefi dinamikleri paralelinde anlamın ve etkinin kurulmasına hizmet eden dilselliği ile ele alınmıştır. Perspektif, bu bağlamda dönemlerin ve sanatçıların duyular dünyasına yönelik yaklaşımlarının izlenebildiği, eserin anlam omurgasını oluşturan bir öneme sahiptir. Bu nedenle dilsel bir temel oluşturmasıyla, perspektif hermenötik yapısı üzerinden düşünülmüştür. Ele alınan sanatçılara, eserlerindeki perspektif ifadeler, metafizik değerleri açısından ve gerçekliği duyusal nesneden ziyade kavramsal bir mesele yapmaları açısından ortak noktaları üzerinden yaklaşılmıştır. Bu doğrultuda perspektif kurgu, sanat tarihindeki formalist eğilimler doğrultusunda değil, dönemin toplumsal, düşünsel yapısı da göz önünde bulundurularak, semiyolojik bir yaklaşımla analiz edilmiştir.
Modern sanatın nihai yönelimi olan non-figüratif ifadenin ve sanatta duyusal ilgilerden arındır... more Modern sanatın nihai yönelimi olan non-figüratif ifadenin ve sanatta duyusal ilgilerden arındırılan geometrik soyutlamanın son noktası olarak soyut sanat, nesnel dünyanın temsilinden uzaklaşarak temellerini duygu ya da his’e dayandırır. Bu açıdan bakıldığında, Rus Avangartlarından Malevich’in Siyah Kare’si de soyutlamanın soyuta yöneldiği noktada ikonoklast bir tavır sergilemektedir. Peşi sıra gelişen geometrik soyutlamacı hareketler, bir taraftan metafizik bir hakikat düzleminde, diğer taraftan da sanatın hayattan ayrıldığı bir noktada yer alırlar. Malevich’in his’se dayalı bu tavrı, Rothko ve Newman ile sanatın hayata yabancılaşması açısından ve teolojik bir mistisizme sahip olmaları açısından bir kesişme söz konusudur. Bu bağlamda, Geometrik Soyutlama ve Alan Resmi aşkın bir anlatımın aracı olmalarıyla benzerlik gösterirler ve toplumsal olana yabancılaşan tavırlarıyla ideolojiden ve her türlü toplumsal temsilden uzaklaşan, hissi bir yaklaşıma sahiptirler.
Temsil, antik dönemden itibaren evren algısını yöneten, olgular dünyasını tanımlayan ve gerçeklik... more Temsil, antik dönemden itibaren evren algısını yöneten, olgular dünyasını tanımlayan ve gerçeklik hakkındaki kavrayışları ileten ve temsil eden bir araç olarak rasyonel ilkelerle yakından bağlantılı olmuştur. Bu ilişki dünya algımızı şekillendirmede dilin ve dilsel formların olduğu kadar imgelerin de belirleyici olduğunu gösterir. Antik düşüncenin klasik dönemdeki uygulama alanında dünyaya yöneltilen bakışın ölçülebilir olduğu ve bu ölçünün tek bir merkeze göre tanımlanıp sınırlandığı mutlak gerçeklik ve temsil algısı 17. yüzyıl modern felsefenin kuruluşuna paralel olarak yerini “görünüş”e ve görünenin değişkenliğine bırakmıştır. Modern sanatın özneyi merkeze alan tavrıyla gerçeklik ve öznel temsiller çokluğu söz konusu olmuştur. Dünya resimleri merkezi tanımların ve merkezi dünya temsilinin ötesinde, başka temsilleri görünür kılmıştır. Böylelikle gündelik yaşam farklı perspektiflerden görünüşlerle karşılanmıştır.
Modern dönemde özne kavrayışı açısından ise Foucault'nun temsil ve benlik hakkındaki fikirleri, antik logos kavramı ve onun temsille ilişkisi ile de ilgilidir. Foucault, benlik duygumuzun yalnızca dil ve söylem yoluyla değil, aynı zamanda toplum
içinde işleyen çeşitli temsil sistemleri aracılığıyla da inşa edildiğini öne sürer. Benliği sabit ve istikrarlı bir varlık olarak görmek yerine, benlik duygumuzun başkalarıyla olan etkileşimlerimiz ve toplum içinde işleyen çeşitli temsil sistemleri aracılığıyla sürekli olarak inşa edildiğini ve yeniden yapılandırıldığını öne sürer. Benliğin bu inşası, basitçe pasif bir yansıtma veya taklit meselesi değildir, aynı zamanda aktif direnişi ve baskın temsillerin ve güç ilişkilerinin yıkılmasını içerir. Temsil sistemleri yalnızca dili değil, aynı zamanda görüntüleri, medyayı ve diğer kültürel ifade biçimlerini de kapsar. Foucault'nun temsil kavramı, güç ilişkilerinin dünyayı ve kendilik algımızı şekillendirmedeki rolünü de vurgular. Etik açıdan ele aldığı kendilik kavramı, öznenin bu verili olan kimliğin dışına çıkabilmesini ve böylelikle kişinin kendisini değiştirebilmesini, dönüştürebilmesini sağlayan pratiklerdir. Öznenin kendi yaşamında yaptığı bu norm dışı hareket, çizgisel olan tarihin akışında değişim yaratarak içinde yaşamış olduğu topluluğu değiştirmeye, dönüştürmeye başlar. Kendilik pratikleri aracılığıyla özne iktidar temsillerince tespit edilen sınırlarını fark eder ve kendine doğru sınırsızlaştırarak harekete geçer. Bu eylem alanı genişleyerek ve toplumsal kapsayıcılığıyla sınırsız bir potansiyeli de açığa çıkarmaktadır. Gösteriye dönüşen toplumsal düzeni sorgulayan ve toplumsal değişimi amaçlayan Sitüasyonist Hareket ve tanımların ötesinde eylemi, akışı önceleyen Fluksus Hareketi, kendilik pratikleri açısından bireyin kolektife etkisi, toplumsal ve siyasal sınırların ötesinde “mümkün alternatiflerin” karşılığı olarak ele alınır. Bu hareketler Foucault’nun da bahsettiği yaşam sanatını görünür kılmaktadır. Foucault kendilik pratikleri ile her bireyin kendi yaşamına şekil verebileceğinden, Fluksus Hareketi içinde yer alan Beuys’un da vurguladığı
şekilde, yaşamlarını birer sanat eserine dönüştürebileceğinden bahseder. Sanat alanında yapılan performanslar dışında, sanat mecrasına dönüşen gündelik hayatın içinde var olabilen bu eylemler ise James Scott’ın Tahakküm ve Direniş Sanatlarında işaret ettiği örneklerle birlikte ele alınır. Kişinin toplumsal ve siyasal olarak verili olan normların hem dışında hem içinde hareket ederek gerçekleştirdiği yaratıcı alternatif durumlar, anlar, alanlar günümüz sanatında ve gündelik hayatta dönüştürücü güce sahiptir.
Uploads
Modern dönemde özne kavrayışı açısından ise Foucault'nun temsil ve benlik hakkındaki fikirleri, antik logos kavramı ve onun temsille ilişkisi ile de ilgilidir. Foucault, benlik duygumuzun yalnızca dil ve söylem yoluyla değil, aynı zamanda toplum
içinde işleyen çeşitli temsil sistemleri aracılığıyla da inşa edildiğini öne sürer. Benliği sabit ve istikrarlı bir varlık olarak görmek yerine, benlik duygumuzun başkalarıyla olan etkileşimlerimiz ve toplum içinde işleyen çeşitli temsil sistemleri aracılığıyla sürekli olarak inşa edildiğini ve yeniden yapılandırıldığını öne sürer. Benliğin bu inşası, basitçe pasif bir yansıtma veya taklit meselesi değildir, aynı zamanda aktif direnişi ve baskın temsillerin ve güç ilişkilerinin yıkılmasını içerir. Temsil sistemleri yalnızca dili değil, aynı zamanda görüntüleri, medyayı ve diğer kültürel ifade biçimlerini de kapsar. Foucault'nun temsil kavramı, güç ilişkilerinin dünyayı ve kendilik algımızı şekillendirmedeki rolünü de vurgular. Etik açıdan ele aldığı kendilik kavramı, öznenin bu verili olan kimliğin dışına çıkabilmesini ve böylelikle kişinin kendisini değiştirebilmesini, dönüştürebilmesini sağlayan pratiklerdir. Öznenin kendi yaşamında yaptığı bu norm dışı hareket, çizgisel olan tarihin akışında değişim yaratarak içinde yaşamış olduğu topluluğu değiştirmeye, dönüştürmeye başlar. Kendilik pratikleri aracılığıyla özne iktidar temsillerince tespit edilen sınırlarını fark eder ve kendine doğru sınırsızlaştırarak harekete geçer. Bu eylem alanı genişleyerek ve toplumsal kapsayıcılığıyla sınırsız bir potansiyeli de açığa çıkarmaktadır. Gösteriye dönüşen toplumsal düzeni sorgulayan ve toplumsal değişimi amaçlayan Sitüasyonist Hareket ve tanımların ötesinde eylemi, akışı önceleyen Fluksus Hareketi, kendilik pratikleri açısından bireyin kolektife etkisi, toplumsal ve siyasal sınırların ötesinde “mümkün alternatiflerin” karşılığı olarak ele alınır. Bu hareketler Foucault’nun da bahsettiği yaşam sanatını görünür kılmaktadır. Foucault kendilik pratikleri ile her bireyin kendi yaşamına şekil verebileceğinden, Fluksus Hareketi içinde yer alan Beuys’un da vurguladığı
şekilde, yaşamlarını birer sanat eserine dönüştürebileceğinden bahseder. Sanat alanında yapılan performanslar dışında, sanat mecrasına dönüşen gündelik hayatın içinde var olabilen bu eylemler ise James Scott’ın Tahakküm ve Direniş Sanatlarında işaret ettiği örneklerle birlikte ele alınır. Kişinin toplumsal ve siyasal olarak verili olan normların hem dışında hem içinde hareket ederek gerçekleştirdiği yaratıcı alternatif durumlar, anlar, alanlar günümüz sanatında ve gündelik hayatta dönüştürücü güce sahiptir.
Modern dönemde özne kavrayışı açısından ise Foucault'nun temsil ve benlik hakkındaki fikirleri, antik logos kavramı ve onun temsille ilişkisi ile de ilgilidir. Foucault, benlik duygumuzun yalnızca dil ve söylem yoluyla değil, aynı zamanda toplum
içinde işleyen çeşitli temsil sistemleri aracılığıyla da inşa edildiğini öne sürer. Benliği sabit ve istikrarlı bir varlık olarak görmek yerine, benlik duygumuzun başkalarıyla olan etkileşimlerimiz ve toplum içinde işleyen çeşitli temsil sistemleri aracılığıyla sürekli olarak inşa edildiğini ve yeniden yapılandırıldığını öne sürer. Benliğin bu inşası, basitçe pasif bir yansıtma veya taklit meselesi değildir, aynı zamanda aktif direnişi ve baskın temsillerin ve güç ilişkilerinin yıkılmasını içerir. Temsil sistemleri yalnızca dili değil, aynı zamanda görüntüleri, medyayı ve diğer kültürel ifade biçimlerini de kapsar. Foucault'nun temsil kavramı, güç ilişkilerinin dünyayı ve kendilik algımızı şekillendirmedeki rolünü de vurgular. Etik açıdan ele aldığı kendilik kavramı, öznenin bu verili olan kimliğin dışına çıkabilmesini ve böylelikle kişinin kendisini değiştirebilmesini, dönüştürebilmesini sağlayan pratiklerdir. Öznenin kendi yaşamında yaptığı bu norm dışı hareket, çizgisel olan tarihin akışında değişim yaratarak içinde yaşamış olduğu topluluğu değiştirmeye, dönüştürmeye başlar. Kendilik pratikleri aracılığıyla özne iktidar temsillerince tespit edilen sınırlarını fark eder ve kendine doğru sınırsızlaştırarak harekete geçer. Bu eylem alanı genişleyerek ve toplumsal kapsayıcılığıyla sınırsız bir potansiyeli de açığa çıkarmaktadır. Gösteriye dönüşen toplumsal düzeni sorgulayan ve toplumsal değişimi amaçlayan Sitüasyonist Hareket ve tanımların ötesinde eylemi, akışı önceleyen Fluksus Hareketi, kendilik pratikleri açısından bireyin kolektife etkisi, toplumsal ve siyasal sınırların ötesinde “mümkün alternatiflerin” karşılığı olarak ele alınır. Bu hareketler Foucault’nun da bahsettiği yaşam sanatını görünür kılmaktadır. Foucault kendilik pratikleri ile her bireyin kendi yaşamına şekil verebileceğinden, Fluksus Hareketi içinde yer alan Beuys’un da vurguladığı
şekilde, yaşamlarını birer sanat eserine dönüştürebileceğinden bahseder. Sanat alanında yapılan performanslar dışında, sanat mecrasına dönüşen gündelik hayatın içinde var olabilen bu eylemler ise James Scott’ın Tahakküm ve Direniş Sanatlarında işaret ettiği örneklerle birlikte ele alınır. Kişinin toplumsal ve siyasal olarak verili olan normların hem dışında hem içinde hareket ederek gerçekleştirdiği yaratıcı alternatif durumlar, anlar, alanlar günümüz sanatında ve gündelik hayatta dönüştürücü güce sahiptir.